Döviz önemli ama her şey değil
Döviz kurunun bir süredir fazla oynamaması, enflasyonun da, baz etkisi ve sepet bileşiminde değişikliklerle de olsa, düşüş trendine girmesi bazılarımızda yine bir “temkinli iyimserlik” dalgası yaratmış görünüyor. Oysa bütçe açığını rekor düzeye çıkarma pahasına geçtiğimiz aylarda kamu harcamalarına gaz verilmesine ve ardı ardına faiz indirimlerine gidilmesine rağmen ekonomide bir canlanma eğilimi olmadığı, hem sanayi üretiminin, hem de perakende ticaret hacminin azalmasından belli. Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı da %14’ü aşarak son yılların en yüksek düzeyine varmış bulunuyor. Son iki ayda işini kaybedenlerin sayısı da 2 milyonu aşmış durumda. Ayrıca tüketici güven endeksi de, ekimdeki ufak kıpırdanmaya rağmen, son 15 yılın en düşük düzeyinde. Döviz mevduatı da, aksi yöndeki vergi vb. politikalara ve döviz fiyatındaki kısmi istikrara rağmen, artmaya devam ediyor. Uzun süredir temel risk olarak değerlendirdiğimiz yüksek dış borç stoku ve dış finansman maliyetinde yükseliş sarmalını çözmeye ve güven inşasına yönelik bir politika seti oluşturulmadıkça da bu gidişatta ciddi bir düzelme yaşanması muhtemel görünmüyor. Hatta baz etkisinin de sona ereceği kış aylarında enflasyonun tırmanışı ile daha kötü bir görünüm ile karşılaşabiliriz.
Kısa vade şartlanması çözümü tıkıyor
Şurası açık ki, seçim sürecinin uzunca bir süre için gündem dışı kalmasına rağmen, yetkililerin ve ilgililerin politika kurgusundaki ufuk çizgisi kısa vadeyi aşmıyor. Neredeyse “Türkiye kısa vadeli politikalarla idare edilir” şeklinde gizli bir anayasa hükmüne sahip gibiyiz. Durum böyleyken bir de kısa vade politikalarında tercih yanlışları yapılırsa ( ki en azından kısmen böyle) ülkeye ve topluma maliyet, uzun vadeye de uzanacak şekilde, misliyle büyür. Temmuz ile ekim arasındaki dört ayda 1000 baz puan yani %10 indirilerek %14’e indirilen politika faizinin canlandırıcı etkisinin sınırlı olması, üç çeyrek sonunda devam eden teknik resesyon durumunun devam ettiğini, reel kesimin darboğazdan çıkamadığını ve ithalat yapacak takati ve hevesi kalmadığını gösteriyor. Resmi enflasyon rakamları ile günlük hayatta hane halkının deneyimlediği pahalılık arasındaki fark da tüketici güveninin artmasını önlüyor. Öte yandan FED’in faiz indirimi ve Suriye operasyonunda elde edilen başarıyla maliyetin sınırlı kalması döviz talebini, dış finansman akışının ve Türkiye’ye döviz girişinin azalması ise döviz arzını kısıtlıyor. Merkez Bankası ve kamu bankalarının döviz fiyatını kontrol çabaları da unutulmamalı. Bütün bu farklı faktörlerin net sonucu, döviz alım satımındaki durgunluğun ve döviz fiyatında gözlenen istikrarın nedenini de açıklıyor. Dikkat ederseniz bu faktörlerin arasında ekonominin temel dengelerinde bir iyileşmeden söz edemiyoruz.
Aslında dövizin bu kadar kritik önemde olması, Türkiye gibi dışa bağımlı ekonomilerin bir özelliği. Büyümenin cari açığa bağımlı olması da öyle. Reel kesimin üretim şablonu ve mevcut büyüme modeli ithalata, tüketime, borçlanmaya dayalı ve yurtiçi üretimin katma değeri de düşük olduğu için bu bir kısır döngü yaratıyor. Ancak bunun değiştirilmesi ve yapının dönüştürülmesi, bir saygın iktisat duayenimizin yıllardır savunduğunun ve son zamanlarda yeniden tekrarladığının aksine, sadece döviz fiyatının yukarıda tutulmasıyla sağlanacak kolaylıkta bir şey değil. Hem yatırımcı güveninin ve yatırım hevesinin artması, hem de sürekli döviz ihtiyacı doğuran ithalat çekişli büyüme modelinin değiştirilmesi gerek. Bunun için de bir yandan hukuk güvenliği ve kurumsal altyapı yönünden yatırım ortamının güçlendirilmesine, diğer yandan yerli üretimin katma değerinin ve teknolojik düzeyinin arttırılmasına ihtiyaç var. Aksi takdirde rekabetçilik düzeyi yetersiz ve/ veya fiyatı düşük ihraç ürünleriyle dış ticaret dengesini sağlamanız, cari açığı önlemeniz mümkün olmaz. Bu bağlamda teşvik ve yabancı sermaye politikalarının da sanayide teknoloji üretimi/ transferine ve hizmetlerde marka oluşturmaya, ihracatta da ürün bazında ticaret hadlerini yükselterek döviz kazandırmaya odaklanacak şekilde yeniden kurgulanması zorunludur. Ayrıca böyle bir dönüşümün arka planında, eşitlikçilikten çok seçkin uzmanlığa öncelik ve temel bilimlere ağırlık veren bir eğitim reformuyla düşük eğitim kalitesinin yükseltilmesi gibi destekleyici bir dinamiğin geliştirilmesi de gerekir. Takdir edersiniz ki bütün bunlar kısa vadeli çözümlerle ve kısa vadeye odaklı yaklaşımla yapılabilecek şeyler değil. Üstelik mevcut modelde büyümenin %70’inin tüketimden geldiği düşünülürse durum daha da zorlaşıyor.
Güdülen amaç katlanılan maliyete değmeli
Doğrusu mevcut ekonomik yapının ve büyüme modelinin tıkandığı, geçen yıl maruz kaldığımız döviz kuru şoku ve ardından faiz yükselişi ile ortaya çıkmıştı. Krizin temel nedeni de, artmaya devam edip brüt 447, net 268 milyar dolara ulaşan, milli gelire oranı da %62’yi bulan döviz cinsi dış borç. Uzun süre bankalarımızı ve şirketlerimizi makul maliyetlerle fonlayan dış piyasalar, borç servisini kuşkulu bulmaya ve geçici olarak görmezden geldikleri kurumsal yapıda ve hukuk güvencesindeki yetersizliklerle birlikte Türkiye’ye çok yüksek risk primi uygulamaya başladı. Yerel seçimler sonrasında artık modelde değişiklik için adım atılması beklenirken aksine mevcut modelin sürdürülmesi tek seferlik gelirler ve merkez bankası yedekleri gibi olağanüstü yöntemlerle sağlandı.
Bu arada 2018 ve 2019’da özel sektörün dış borcunu 222 milyar dolardan 196 milyar dolara indirdiğini, bankaların da kredi mevduat oranını %130’lardan %107’lere düşürdüğünü not edelim. Yükü sırtlanan kamu bankalarının pazar payı da %45’lere çıkmış bulunuyor. Meclise sunulan bütçe ve vergi yasa tasarılarından şimdi de iç borçlanmaya yüklenileceği anlaşılıyor.
Yasal olarak ek yetkilerle birlikte 154 milyar TL olan borçlanma yetkisi, ayrıca Hazine’nin 32.5 milyar TL özel tertip iç borçlanma senedi çıkarabilmesi ile toplam 256 milyar TL’ye çıkarılıyor; Ayrıca son Vergi Yasa Tasarısı ile Hazine’ye KÖİ projeleri için 4.5 milyar dolar ve özel sektörün ödeyemediği dış borçlar için 4.5 milyar dolar garanti verme yetkisi tanınıyor. Buna karşılık Hazine’nin 700 milyar TL civarındaki iç borç stokunun 300 milyarının 2020’de ödeneceği öngörülüyor. Buna bütçe açığının garantiler, savunma harcamaları ve sosyal güvenlik açıkları nedeniyle artma ihtimali de eklenince ödenmesi gereken iç borcun daha da yukarı çıkması muhtemel. Yeni bir olağan dışı yöntemle Merkez Bankası rezervlerinin değerleme farkının da gelir sayılması düşüncesi bu ihtimalden kaynaklanıyor olabilir. Bozulan kamu finansmanı dengesini sağlamak için düşünülen vergi tedbirleri ise, vergi dışı kazançları ve rantları kavramaktan çok zaten kayıt içindeki mükelleflerin yükünü arttırmaya ve sistemli/tutarlı bir servet vergisi yerine adedine bakılmaksızın değerli konutlardan fazla vergi almaya yönelmiş görünüyor.
İşin kötü yanı, kamu nakit yönetiminin giderek sıkışacağı ve özel kesimin yatırımdan çok risk yönetimine odaklanacağı bir döneme girerken, ülke olarak onca maliyete sadece mevcut sistemin sürdürülmesi için katlanılacak; gerçek bir dönüşüm ve tümüyle yeni bir yaklaşım belirsiz bir geleceğe kalacak.
Adnan NAS
Dünya
05.11.2019

